Hoş Bir Sadâ Bırakmak
- Furkan Gevrek
- 9 Oca 2018
- 4 dakikada okunur
Âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi sal
Bâkî kalan bu kubbede hoş bir sadâ imiş
Dîvan Edebiyatımızın ünlü şairlerinden Bâkî’nin dizeleriyle yazıma başlıyorum. Bu dizeleri elimden geldiğince tahlil etmeye çalışacağım. Bu dizeleri anlamaya, idrak etmeye yönelik birkaç kelam edeceğim. Allah, kalemimizi isabetli kılsın inşaallah.
Meşhur olan, neredeyse hepimizin bildiği bu dizelere bugün çokça ihtiyacımız var. Osmanlı ve öncesinde kurduğumuz devletler işte bu yüksek ruhun eseriydi. Günümüzde maalesef neredeyse kimsede “hoş sadâ” bırakmak gibi bir gayret kalmadı. Günübirlik hedefleri olan, daima kişisel çıkarlarının peşinde koşan ve bunları yaparken de başkalarına zarar veren, insanları kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya çalışan ve bu sebeple de kendini zeki zanneden insanlar türedi. Yani insanlarla güzel geçineyim, kul hakkına girmeyeyim, onları incitmeden işlerimi halledeyim ve ardımda bir hoş sadâ bırakayım diyen insanlar neredeyse kalmadı. Yıllar geçse bile ardından hayır dua edilecek, “ya işte şurada falanca kişi vardı, Allah selamet versin, çok iyi biriydi” denilecek kişiler çevremizde bir elin parmaklarını geçmiyor. Her nedense insanların sırtından bir şeyler kazanmayı, hak yemeyi, ardında “nahoş bir sadâ” bırakmayı alışkanlık haline getiren insanlar var. Bu insanlar karşısındakini dışlamaya çalışan, ardından gıybetler, dedikolar yapan, kendisini karşısındakinden üstün gören bir zihniyete sahipler. Bunlar alınacak bir hayır duayı hakir gören, kendisini hiçbir şeye muhtaç görmeyen bir zavallılar sürüsü. Birde utanmadan karşısındakiyle hiçbir şey olmamış gibi iletişim kurmaya cesaret edebilecek kadar utanmaz ve arlanmazlar…
Alınganlık bir hastalıktır. Fakat lafzen olmasa bile hâl diliyle "kırılırsa kırılsın, çok da umrumda" diyerek insanları kırmayı âdet haline getiren insanların içine düştüğü durumda bir hastalıktır. Ve bunu yapan insanlar kendileri farkında olmasa bile tedaviye muhtaçtır. Maalesef günümüzde bu hastalığa sahip birçok insan müşahede ediyorum. Kaldırımda, otobüste, mektepte (okulda), üniversitede, cemiyetlerde ve kısacası insanların bulunduğu her yerde... İnsanlar, keskin bir kılıç olan, bazen zehirli bir oka benzeyen dilleriyle etraflarına zarar veriyorlar. Şayet onlar "zaten bu zamanda kimsenin kimseye saygısı kalmadı" diyerek bu davranışlarda bulunuyorlarsa bizde dilimizle zehir saçanlardan olamayız. Biz biliriz ki, her insan yaptıklarından mesuldür. Hatta daha da ileri gidersek, her mü'min din kardeşinden me'suldür. Din kardeşinin yaptığı kötü davranışları engellemek ve ona iyiliği emretmek boynunun borcudur. Batı'nın fikir dünyamıza nakşettiği "kimse kimsenin hayatına karışamaz, insanlar özgürdür, isteyen istediğini yapar" saçmalığını asla savunmayız. Zira bu söylediklerim bizzat dinimizin bizlere emridir. Öyleyse bizlerde bu mesuliyetin gereği olarak gerekli ikazları birbirimize yaparız.
İstemeden kalp kırmak bile büyük bir vebali üstlenmek demekken bu zamanda insanlara ne olmuş ki bile bile kalp kırıyorlar, mânâ veremiyorum. Acaba bu insanlara cennet garantisi mi verildi diyeceğim, öyle bir şey de yok. O zaman bu rahatlık nedir? Gerçekten anlayamıyorum. Acaba insanlar bu yaptıklarından hesaba çekilmeyeceklerini mi sanıyorlar? Bu fani dünyada yaptıklarının yanlarına kâr kalacağını mı zannediyorlar? Şu dünyada üç kuruş itibar kazanmak için ebedî bir hayatı gözden çıkardıklarının farkında mı değiller?
Bizler değil miydik, bir kez gönül yıktın ise bu kıldığın namaz değil diyen? Bizler değil miydik, müslüman müslümanın kardeşidir diyen? Bizler değil miydik, kalp kırmak kabe yıkmak gibidir diyen? Bizler değil miydik, kalp kırmak Allah'ı incitmektir diyen?
Evet, bizlerdik. Fakat ne oldu da bizlere şimdi bu değerlerimizi ayaklar altına alıyoruz. Ne oldu da kalp kırmayı bardak kırmaktan daha az değerli görüyoruz? Ne oldu bizlere?
İşte bütün bu soruların cevabını gerçekten merak ediyorum. Bana kalırsa insanlar gerçekten, yaptıklarından hesaba çekilmeyeceklerini ve yanlarına kâr kalacaklarını sanıyorlar. Daha da kötüsü bunların birçoğu sinek kanadı kadar olmayan ilmini putlaştırmış ve kendisini nasihat almaktan beri görüyor. Yaptıklarının doğru olduğunu savunabiliyorlar. Hatta daha da ileri gidip bu insan dışı hareketleriyle övünen ve bunu bir itibar kaynağı haline getirenler var.

Bu insanlara "eşref-i mahlukat" olarak yaratılan bizlerin "belhüm adal" yani hayvanlardan daha aşağı bir mevkiye gelebileceğini, yaptıkları davranışlarında kendilerini o mevkiye indireceğini anlatmamız gerekiyor.
Hatırlarsanız, daha önceki yazılarımdan birinde bizler "Allah'tan korkmayı unuttuk" demiştim. Yoksa mâzisinde nice zaferler elde etmiş, eşsiz bir medeniyet kuran bir millet bu denli bozulamaz. Bizler yıllar boyunca maneviyatımıza yapılan saldırılara maalesef belli ölçüde yenik düştük ve çok ciddi zararlar aldık. Düşmanlarımız, hayatımızdan Allah'ın (c.c.) ve Hz. Peygamberin (s.a.v.) emirlerini, tavsiye ve yasaklarını doğrudan alamadılarsa da bu değerlerimizi yıprattılar. Bizler de bunlara hakkıyla karşı koyamadığımız için zamanla bu emir, tavsiye ve yasaklar bize hiçbir mânâ ifade etmemeye başladı. Dolayısıyla hayatımızdan Allah'ı ve Hz. Peygamber Efendimizi bu şekilde koparmış oldular. Yani kısaca şunu demek istiyorum. Bir kez gönül yıktın ise bu kıldığın namaz değil sözünün bizlere tesir etmemesinin sebebi namazı hafife almamızdır. Bizler namaza hakkıyla değer vermiyoruz ki gönül kırıp kırmamaya değer verelim. Elimizden önce namazı almışlar, gerisi sonra çorap söküğü gibi gelmiş.
Geçen yüzyıldan itibaren Yunus Emre, Mevlânâ ve Ahmet Yesevi gibi medeniyetimizin mânâ planındaki kurucu unsurlarını da değersiz görmeye başladık. Tabi bu bir anda olmadı. Özellikle eğitim sisteminde bu isimlere yeterince yer verilmedi. Bir takım zihniyetler özellikle Mevlânâ hakkında saçma sapan iddialar ortaya attı. Hatta materyalist olduğunu, dinsiz olduğunu bile iddia ettiler. Bu şekilde Mevlânâ’yı bizden soğuttular. Yetmedi, son zamanlarda da Hz. Peygamber’in (s.a.v.) gözümüzdeki değerini düşürmek için hadislere savaş açtılar. Hz. Peygamber Efendimizi (s.a.v.), güya hakkında uydurulan yalanlardan korumak maksadıyla başlatılan operasyon öyle bir hâl aldı ki Sahih-i Müslim ve Sahih-i Buhâri’nin bile doğruluğu tartışılır oldu. Tirmizi, Ebu Dâvûd, Nesâi gibi alimlere zaten itimad edilmiyordu. Daha sonra birde râviler için ayrı cephe açtılar. Tâbi sonucunda tâbiinden başlattıkları operasyon Ashab-ı Kiram efendilerimize ve neticede de Hz. Peygamber Efendimize (s.a.v.) kadar uzandı. İşte bu sebeple yüzlerce, binlerce yıllık değerlerimizi çiğnemeye başladık.
Bizlerin bu noktada yapması gereken Resulullah’ın (s.a.v.) sünnetiyle amel etmektir. İnsanları yaratılanların en şereflisi görüp, ona değer vermektir. Bencil, kendisinden başkasını düşünmemeyi bize aşılayan modern hayata karşı inadına kardeşi için yaşayan bir birey olabilmektir. Bu sayede inşaallah değerlerimizi koruyan ve “hoş sadâ” bırakan insanlardan oluruz. Sözlerimi Yunus Emre’nin dizeleriyle bitirmek istiyorum:
Gönül Çalab’ın tahtı,
Çalab gönüle baktı...
İki cihan bedbahtı,
Kim gönül yıkar ise...
Comments