Harf İnkılâbı ve Dil Devrimi'nin Gayesi - 4
- Furkan Gevrek
- 11 Eyl 2017
- 4 dakikada okunur
...
Dil Devrimi’ni gerçekleştirenlerin ve savunanların devrimi meşrulaştırmak için söyledikleri sözlerden bir tanesi de Türkçe’yi, Arapça ve Farsça gibi yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmaktı. Türkçe, onların ifadesiyle halkın anlamadığı, sadece bir takım münevverlerin (onların tabiriyle aydınların) kendi aralarında konuştuğu bir dildir. Dîvan Edebiyatı şairlerine atıfta bulunarak, onları, sanat adı altında kimsenin anlamadığı bir dil kullanmakla itham ediyorlardı. Fakat bütün bunlar kimsenin inanamayacağı, hiçbir temeli olmayan sözlerdir. Çünkü eğer gaye Türkçe’yi yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmak olsaydı, dilimizden tasfiye edilen Arapça ve Farsça kelimeler yerine Batı’dan kelimeler ikâme edilmezdi. Mesela mektep kelimesi yerine Fransızca’daki “ekole” kelimesi alınmıştır. Yine uzuv kelimesi yerine Fransızca’dan “organe” kelimesi ikâme edilmiştir. Yine sık sık kullandığımız kültür kelimesi de Fransızca’dan (culture) dilimize geçmiştir. Türkçe’de bu kelimenin yerine irfân kelimesi kullanılıyordu.
Ayrıca dilimiz, hiçbir zaman, ifade edildiği gibi yabancı dillerin boyunduruğu altında olmamıştır. Türkler, Osmanlı zamanında üç kıtaya hakim oldukları için farklı milletlerle hemhâl olmuş ve o milletlerden çeşitli gelenek ve görenekler aldığı gibi kelime alışverişinde de bulunmuştur. Fakat bu sürece devlet müdahil olmamış, Türkler zaman içerisinde kelimeleri kendi hançerelerinde yoğurmak suretiyle diline dahil etmiştir. Türkler, tarihte büyük devletler kurmuş ve bünyesinde farklı milletleri barındırmıştır. Dolayısıyla bu etkileşim tarih boyunca hep varolmuştur. Dil Devrimi’ni gerçekleştirenlerin yabancı kelimelerden bahsettiği, kendilerinin ifadesiyle İslâmiyet dolayısıyla dilimize giren Arapça ve Farsça kelimelerdir. Fakat dilimize, bizler daha Orta Asya’da iken yakın temasta bulunduğumuz Çince’den, Moğolca’dan, Hintçe’den ve Sanskritçe’den çok sayıda kelime girmiştir. Ve bu gayet tabiidir. Nihad Sami Banarlı “Türkçenin Sırları” kitabında bunu şu sözlerle ifade etmiştir:
“… dünyâ tarihinde hem askerî ve idârî imparatorluk, hem de dil ve kültür imparatorluğu kurabilmiş millet azdır.
Bu saydığımız vasıflara, şüphesiz bâzı mühim farklarla, uygun imparatorluk dilleri, denilebilir ki “Latince, Arapça, İngilizce” ve “Türkçe”dir.
Bu dillerin hiçbirisi özdil değildir.
Esâsen yeryüzünde hiçbir kültür ve medeniyet dili, hiçbir zaman özdil olmak taassubuna ve basitliğine iltifât etmemiştir.”
Yine Banarlı:
“Hakîkat şudur ki Türk milleti gibi, asırlarca hattâ çağlarca “dünya sathında konuşmuş”, büyük ve fâtih bir milletin dili “özdil” olamaz, imparatorluk dili olur.”
ifadelerini kullanmıştır. Türkler, kendi benliğini bulduğu İslâmiyette, onun indirildiği dili kullanmayı doğru bulmuştur. Yine aynı şekilde İngilizler, kendi benliklerini buldukları Helenistik kültür vasıtasıyla Latin alfabesini kullanmayı doğru bulmuşlardır. Ve nasıl Türkler, Arapça’dan binlerce kelime aldılarsa, İngilizler de Latince’den binlerce kelime almışlardır.

Bir diğer hususta Osmanlı zamanında konuşulan Türkçe’yi kötülemek adına “Dîvan Edebiyatı” nesir ve şiirlerine saldırmalarıdır. Devrimciler, o zamanın edebiyatçılarını sanat adı altında kelime oyunları yapmakla itham etmiş ve o devrin lisanının Türkçe değil Osmanlıca olduğunu ifade ederek sanki farklı bir dilmiş gibi gösterme çabası içerisine girmişlerdir. Fakat bunların hiçbirisi dilimizdeki kelimelerin tasfiyesine bahane olamaz. Bir defa aynı devirlerde Dîvan Edebiyatı anlayışına sahip olanların yanı sıra Halk Edebiyatı anlayışına sahip olanlarda vardı. Yani bu bir tercih meselesiydi. Ayrıca Dîvan Edebiyatı cereyanı yıllar evvel son bulmuş ve kendisinden sonra Tanzimat, Fecr-i Âti, Servet-i Fünûn ve Millî Edebiyat gibi çeşitli edebiyat cereyanları meydana gelmiştir. Bunun yanında Millî Edebiyat döneminde dilde sadeleşmeye gidilmiş ve Türkçe’de karşılığı bulunan Arabî ve Farisî kelimeler kullanılmamıştır. Bu süreçte Tanzimat’la birlikte başlayan Batı’ya yönelim ve beraberinde gelişen etkileşim neticesinde bilhassa Fransızca’dan dilimize intikal eden kelimeler de kullanılmamıştır. Yani gaye sadeleşme ve halkın anlayabileceği bir lisan oluşturmaksa, bu zaten yapılan bir şeydi. Ki bu halka zorla dayatılmıyor, edebiyat vasıtasıyla yapılıyordu. Fakat gaye Nihad Sâmi Banarlı tarafından tam mânâsıyla şöyle ifade edilmişti:
“Türk Milleti’ni içinden yıkmak isteyenler onun önce dilini ve arkasından dininî devirmek yolundadırlar. Onun tarihteki en büyük zaferlerini, bu iki asil kaynağa bağlı oluşla kazandığını da, onlar çok iyi bilirler.
Onların bütün maksadı dilimizde, müşterek İslâm Medeniyeti’nden Türkçeleşmiş kelimelerin imhâsıdır.”
Millî Edebiyat cereyanın karar kıldığı umdelerden, esaslardan biriside, “Bir dil, yabancı bir dilden kelime alabilir. Kaide alamaz.” idi. Çünkü esas olan, bir çok münevverimizin ifade ettiği gibi dilin sesinin ve mîmârîsinin millî olmasıdır. Her dilin kendine ait bir ahengi ve bir mûsîkisi vardır. Dolayısıyla her millet başka dillerden aldığı kelimeleri kendi hançeresinde yoğurmak suretiyle diline katar. Bu da dilin millî olmasına bir zarar vermez.
Dilimizin, Batı’nın ilim ve kültür dilleri arasında yer almadığı da iddialar arasındaydı. Falih Rıfkı Atay’ın “Çankaya” adlı eserinde belirttiğine göre “Larousse tercümesine başlanınca, Osmanlıcanın fakirliği hemen meydana çık(mış)tı.” Atay, devamında bunların ya eski eserlerden yahut yeniden yapılacağını belirtmiştir. Yani bu komisyonun gayesinin ilim ve kültür sahasında olacağını ifade etmiştir. Fakat yapılan çalışmalar milletin günlük diline yönelik olmuştur. Teknik mânâda bir eksiklik söz konusu olsaydı ve biz bunu alsaydık bizler buna karşı çıkmayacaktık. Mesela bugün televizyon, telefon gibi kelimeler teknoloji vasıtasıyla dilimize girmiş kelimelerdir. Bu gibi gelişen ilim vasıtasıyla dilimize giren kelimeler zaten bütün dünyada aynı şekilde kullanılan kelimelerdir. Kimse de bunlara karşı gelmemiştir. Ayrıca Batı’nın ilim ve teknik diline yakınlaşmak adına yapılan çalışmada uydurma kelimelerin ne işi olabilir? Şayet gaye onların ilim diline yakınlaşmaksa daha evvel hiç konuşulmamış, köksüz bir kelimeyle bu nasıl yapılabilir? Elbette yapılamaz. Bu durumda yine gayenin ilim ve teknik olmadığını açıkça göstermektedir.
Netice itibariyle “harf inkılâbı” ve “dil devrimi” milletimizi öz benliğinden uzaklaştırmak gayesiyle yapılan inkılâplardır. Dilimiz bu süreçte Batı dillerinden çok sayıda kelime almış ve TDK tarafından 35 bin kelime uydurulmuştur. Sürecin bu kadar vahim hâle gelmesinin sebebi çalışmayı yürütenlerin Arabî ve Farisî bütün kelimeleri redd-i miras ederek mevcut hükûmetin gözüne girmek istemeleriydi. Onlara göre ne kadar kelime inkâr edilirse o kadar hükûmete yakın olunacaktı. Fakat gelinen nokta M. Kemal Atatürk ve İsmet İnönü tarafından da doğru bulunmamış ve en başta belirttiğimiz gibi bu milletimizin hafızasında derin yaralar açmıştır.
Comentarios